19 Şubat 2014 Çarşamba

İlham Geldi






Yazmaya uzun zamandır ara vermiştim, üstelik bu defa çok anlamlı bir sebep de yok. 
Sanırım Amerikalılar'ın "Writer's block" dediği şey oldu (Bizde ilhamın kaçması denir), kafamda hiç durmadan yazıyorum, ama kağıda tek bir kelime dökemiyorum. Aslında hiç yakıştırmıyorum bu durumu kendime, zira beni ben yapan şey yazmak. İlham, gel! 

Yazmayınca kendimi kendimden uzaklaşmış hissediyorum. Derinleşemeden, yüzeyden yaşamak gibi. Halbuki derinler ürkütücü belki, ama, süprizlerle dolu.
Cesaret edip kendi derinliklerine bir kere inebilen insan, bir daha asla sığlarda yüzmek istemez. 
Ben sığdaydım bir süredir.

Sanırım aslında herşey Mayıs'ta başladı, yani malum olaylar hepimizi "Hasta" etmeye başladığında.
Abartmıyorum gerçekten, aklı, vicdanı, sağduyusu olan insanlar hep beraber hastalandık o dönem, aklımızı kaçıracak gibi olduk, yalan mı? Toplumsal bir depresyon başladı ülkede, herkes mutsuz, halsiz, moralsiz girdi yaza. 

İmkanı olan için tatil, deniz, güneş derken etkisi azaldı zamanla bu depresyonun belki ama geçmedi, geçmez.
Hep beraber inanılmaz haksızlıklara şahit olduk. Gözümüzün içine baka baka söylenen yalanlara, çok çirkin oyunlara. Çaresiz hissettik, geleceğe dair umutlarımızı kaybettik.

Tüm bu yaşananlar karşısında kalbimiz, beynimiz uyuştu adeta . Karabasan gibi, herşeyi görüyor ve hissediyorsun ama hareket edip etkili birşey yapamıyorsun. Çok rahatsızlık verici bir uyuşma hali. 
Tavana vurmuş hastalıklı bir egonun nelere mal olabildiğini gördük hep beraber.
Hatalı ya da yanlış olabileceğini kabul etmek yerine, her daim inkar etmenin, davranışlarını makul göstermek için yalanlarla, dolanlarla süsleyip, sonra kendi kafasında kurduğu bu hallüsinasyonlara sonunda belki kendi de  inanıp, kendini daha da hasta etmenin nasıl olduğuna şahit olduk. 

İşte tüm bu yaşananlar sırasında kaçmış ilham bir yerelere.
Dün gece geri geldi. 
Geçen hafta izleyemeyeceğim için kaydettiğim "Muhteşem Yüzyıl" dizisini izlerken birden belirdi.
Hafta boyunca yazılan, çizileni özellikle detaylı okumamıştım, sadece sosyal medyadaki arkadaşlarımın bazı içten feryatları gözüme çarpmıştı.

Dün gece diziyi izlerken tekrar geçtiğimiz Mayıs Ayı'na gittim. "Tarih tekerrürden ibaret" ne doğru bir söz.
Zaman, mekan ve format değişiyor belki ama yaşananın özü hep aynı.
Baş rolde yine egosu tavan yapmış bir karakter, arka planda yine yalan, dolan, entrika ve yargısız, haksız infaz. 

Şehzade Mustafa sonunda yıllar süren "Çamur at, izi kalsın" politikasının kaçınılmaz kurbanı oldu.
Suçsuzluğunu koskoca cihan biliyordu ama, cihana hükmeden babası bunu göremediği için bile bile ölüme gitti.
Bazen en sevdiklerimiz bile körleşir.

Yüzyıllardır hırsla, egoyla başvurulan yalanlar, entrikalar, arkadan konuşmalar, insanları birbirine düşürmelerin sonu hep çok üzücü olmuş ve aslında bunların kazananı da maalesef yok. 
Giden gitti, geri gelmez ama bakalım bu bölümde geç de olsa hatasını anlayabilecek mi, ya da anlasa bile kabulenebilecek mi Muhteşem Süleyman?

Aşağıda, geçen bölümden beni çok etkileyen iki metni yazmadan edemedim.
Birincisi celladın iç konuşmasıydı ki dinlerken sırtım ürperdi. 

Ben cellat ; bilirim ki hayatta herkesin bir görevi vardır, benimki de budur.
Bugüne dek yüzlerce can aldım,
Kimdir, ne suç işlemiştir, masum mudur, yoksa günahkar mı bilemem.
Lakin can almaya yollandığımda tek bir şey için dua ederim; "Allah'ım n'olur masum olmasın."

Diğeri de Mustafa'nın babasına yazdığı ama hiç eline geçmeyeceğini umut ettiği mektup, ne de olsa "Hiç kıyar mıyım?" demişti değil mi?

Hünkarım,
Kalbimin üzerinde taşıyacağım bu mektubu muhtemelen siz hiç okuyamayacaksınız, zira bu mektubu hakikate ermesini hiç istemediğim bir istikbale yazıyorum.
Lakin bu arzum gerçekleşmezse bana kıymışsınız demektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder